Oportünizme ve sosyal-şovenizme karşı, "Komünist Sınıf Partisi"nin inşası için katkılar...

20 Şubat 2012 Pazartesi

Hangi "TKP"?

Geleneksel Oportünizmin Post Kavgası

6 Şubat 2012 günü "geleneksel" revizyonizmin "TKP"cilik oynayanlar cephesinde son derece ilginç bir dalgalanma meydana geldi.

"Olay"ın tarafları Yalçın Küçük'ün öğrencilerinin, Okuyan'ın, Çulhaoğlu'nun, Güler'in yasal "TKP"siyle, "Suphi'den Bilene Gelenek Yaşıyor" adı altında ikinci bir yasal "TKP" kurma hazırlıkları içinde olduklarını ilân eden İsmail Bilen izleyicilerinin (esas itibariyle Ürün dergisi çevresinin) ikinci bir yasal "TKP" kurma "girişim"iydi.

"TKP" isminin kullanım hakkı için, iki tarafın İçişleri Bakanlığına verdikleri dilekçelerle yürüttükleri muharebe, mevcut yasal partinin "kurnazca" bir manevrasıyla şimdilik "girişim"cilerin girişimlerinin akamete uğramasıyla sonuçlanmış gibi görünüyordu ki... girişimcilerin bir karşı-manevrasıyla herşey bir anda tersine döndü. Sonuç olarak fiilen nurtopu gibi bir ikinci yasal "TKP"miz daha oldu!

Devrimci kamuoyunun gözleri önünde cereyan eden bu heyecanlı rekabetin ayrıntıları tarafların kendi yayınlarından öğrenilebilir. Bizim burada cevap arayacağımız esas sorular; İsmail Bilen izleyicilerinin daha köklü oportünizm "geleneği", Sosyalist İktidar-Gelenek oportünizmin daha genç "geleneğine" alternatif olabilir mi, ve sınıf ve tarih bilinçli işçilerin ve proletarya komünistlerinin bu iki "geleneğin" kavgaları karşısındaki tutumu ne olmalıdır soruları olacaktır. Gerçi devrimci kamuoyu her iki çevrenin de nereden gelip nereye gittiğini çok iyi bilmektedir, ama özellikle komünizme sempati duyan ve komünizm iddiasında bulunan bu grupların gerçek niteliği hakkında yeterli bilgisi olmayan genç arkadaşlar açısından bu konuların aydınlatılması görevimizi ihmal edemeyiz.
"Bizim partimizin felsefesi, programı ve tüzüğü, tarihi, logosu, marşı, kurucuları, kadroları, geleneği SİP’ten çok farklıdır. Mustafa Suphi’lerin, İsmail Bilen’lerin TKP’sini kimse SİP’le karıştırmaz. İşçi sınıfı, emekçi halkımız, devrimci ve ilerici çevreler TKP’nin TKP olduğunu, SİP’in ise hangi kılığa girerse girsin SİP olduğunu bilir." ("TKP" İsmine Engelleme Girişimi)
İkinci yasal "TKP" girişimcileri böyle yazıyorlar. Tarih bilincine sahip hiçbir devrimci ve ilerici çevrenin, hangi kılığa girerse girsin SİP'ten bozma yasal "TKP"yle , Mustafa Suphi'lerin Bolşevik TKP'sini karıştırmayacaklarına şüphe yoktur. Ne var ki, SİP'ten bozma "TKP" için geçerli olan bu durum İ. Bilen "TKP"si için daha az geçerli değildir. Bu partilerin tarihini bilen hiçbir devrimci Suphi'lerin tarihsel TKP'sinin devrimci ve komünist geleneğiyle, Bilen ve takipçilerinin "TKP"sinin sağ oportünist, tasfiyeci geleneğini birbirine karıştırmaz, tarih bilinçli her devrimci bu iki parti arasındaki derin ve büyük tarihsel öneme sahip farkları adı gibi bilir, bilmek zorundadır.

"Bilen Geleneği" Nedir?

"Bilen geleneği" dendiğinde esas olarak 1951 tevkifatından sonra ülke içindeki faaliyetlerini fiilen durduran TKP'nin SSCB'deki (o dönemde "Harici Büro" diye anılan) bazı kadroları tarafından ülke içinde "TKP" ismiyle faaliyet yürütmek için "1973 Atılımı" adı altında başlatılan girişim ve bu oluşumun aslında 1980 faşist darbesiyle fiilen iflas eden kısa macerası anlaşılmalıdır. 1974-80 arasındaki dönem deyim yerindeyse Bilenciliğin "altın yılları" olmuştur. Keza, sözkonusu oluşum bu dönemde SSCB'nin de desteğini arkasına alarak gerçekten de önemli bir gelişme ve kitleselleşme göstermiş, komünizm davasına samimi olarak sempati duyan ve bu oluşumu gerçek bir Komünist Parti yerine koyan binlerce insanı peşine takmayı da başarmıştır. Ne var ki Marksizm-Leninizmin ve proletarya komünizminin sağlam temeli yerine, modern revizyonizmin (Kruşçevizmin ve Brejnevizmin) ve küçük-burjuva sağ oportünizminin çürük temeli üzerinde inşa edilmiş olan bu partinin politik çizgisinin tamamen iflas etmesi ve utanç verici bir teslimiyetçiliğe batması için, onun hayatın (sınıf mücadelesinin) ilk büyük sınamasından geçmesi fazlasıyla yeterli olacaktı!

Bu utanç verici politik iflasın öyküsünü bizzat günümüzün "Bilen geleneği" yücelticilerinin kendi literatüründen aktaralım:
"... Ne var ki, TKP Merkez Komitesi, 12 Eylül 1980 faşist askeri darbesinin ardından yaptığı politik durum değerlendirmesinde, cuntanın "biz sadece terörizme karşıyız" ve "Sovyetler Birliği'yle iyi komşuluk ilişkilerini sürdüreceğiz" demagojisini ve Alpaslan Türkeş ile ülkücü katillerin tutuklanmasını esas alarak, darbenin faşist nitelik taşımadığını, Kenan Evren cuntasının ılımlı bir askeri cunta olduğunu öne sürdü. NATO'nun oluşturduğu kontr-gerilla dilinde "terör"ün işçi, emekçi ve aydınların sermayeye ve emperyalizme karşı her türlü mücadelesi ve özlemi anlamına geldiğini değerlendiremedi. Faşizme karşı aktif direniş stratejisi yerine geriye çekilme ve küçülerek kendini koruma stratejisi önerdi. 
Bu değerlendirme parti örgütlerinin yoğun tepkisiyle karşılaştı ve düzeltilmesi istendi. Düzeltme yerine hatalı durum değerlendirmesini haklı gösterecek sözümona teorik gerekçeler üretildi. Arjantin Komünist Partisi'nin o dönemdeki liderlerinin Arjantin faşist askeri cuntasıyla uzlaşmayı esas alan ve binlerce devrimcinin kaybından sorumlu caniler cuntasını "teröristlerle mücadele eden ılımlı askeri yönetim" olarak alkışlayan faşist-işbirlikçisi çizgisini mekanik olarak Türkiye'ye uyarlayan ve örnek gösteren bir belge parti örgütlerine dayatıldı. [Arjantin Komünist Partisi'nin bir süre sonra faşizm işbirlikçisi bu çizgiyi mahkûm ederek düzelttiğini ve bu ihanetten sorumlu yöneticilerini partiden ihraç ettiğini yeri gelmişken belirtelim]. 
... İşçi sınıfına ve emekçi halka acımasızca saldıran, sınıf ve kitle sendikacılığının merkezi örgütü DİSK'i kapatan, sendikal faaliyetleri yasaklayan, sosyalist partileri kapatan, işçi sınıfının ve ezilen halkların politik ve kültürel örgütlerini dağıtan, binlerce devrimciyi Diyarbakır, Metris ve Mamak zindanlarına tıkan, tüm ülkeyi bir toplama kampına çeviren, yaşı onsekiz bile olmamış komünistleri ve devrimcileri idam eden, anayasayı ortadan kaldıran kanunsuz faşist cuntanın yaptıkları ortadayken merkez komitesinin bu tutumu parti saflarında büyük bir kargaşaya yol açtı. Ülkenin hemen hemen her bölgesinde devrimci pratik içinde yer alan kadroların şiddetli tepkisini çeken ve sadece erken bir devrim umuduyla partiye üye olan geçici kimi yol arkadaşlarının desteğini alan bu teslimiyetçilik, orta ve alt kademelerde yaygın bir hoşnutsuzluk ve muhalefet doğurdu." (Yoldaşların Ateşle İmtihanı 1920'den Günümüze TKP, Ürün Yayınları, s. 34-35, vurgular bizim)
Yukardaki satırların yazarları sözkonusu tablonun oluşmasında "Haydar Kutlu (günümüzün Taraf gazetesi yazarı Nabi Yağcı -A.K.) hizbinin önemli payını" vurgularken, bu çizgiyi dayatan parti MK'sının başında İ. Bilen'den başkasının bulunmadığı gerçeğini "anlaşılır" nedenlerle "es geçme"yi tercih etmiştir. Yazarlar Arjantin'deki faşist darbeyi faşist olarak nitelemekten kaçınan Arjantin "Komünist" Partisi'ni faşizm işbirlikçiliğiyle suçlarken, bu teslimiyetçi çizgiyi olduğu gibi ("mekanik olarak") Türkiye'ye uygulayan başında İ. Bilen'in bulunduğu "TKP" MK'sı için aynı nitelemeyi kullanmaktan ancak duygusallıkla açıklanabilecek bir çifte standartlılıkla kaçınmıştır.

Arjantinli revizyonistler en azından bazı yöneticileri partiden atarak tarih karşısındaki suçundan biraz olsun pişmanlık gösterdiğini kanıtlamaya çalışmışlar. Oysa Bilen "TKP"si başta Bilen'in kendisi olmak üzere bu utanç verici teslimiyetçiliğin ve işbirlikçiliğin sorumlularını hiçbir zaman yargılamamış ve ihraç etmemiştir.

O kadar ki, İ. Bilen, 12 Eylül'den neredeyse bir buçuk yıl sonra T"K"P organlarında "TKP MK Genel Sekreteri" imzasıyla yazılan bir mektupta "ordu yönetiminde faşizm yanlısı unsurların gide gide aktifleşmesinden" ve ordu içindeki "gerçek Atatürkçü", "gerçek Kemalist" ve "yurtsever" kesimlerin halkla karşı karşıya getirilmeye çalışılmasından (!) şikayet edebilmiştir. Herhalde "Orgeneral Kenan Evren"in bizzat kendisi de "faşizm yönündeki" gelişmeden kaygı duyan bu "gerçek yurtsever" subaylardan veya bunlarla "faşizm yanlısı unsurlar" arasında gidip gelen bir kimse sayılıyor olacaktı ki mektup doğrudan ona hitaben yazılmıştı:
"Orgeneral Kenan Evren  
Milli Güvenlik Konseyi Başkanı 
52 DİSK yöneticisi yalnızca sendikal eylemlerinden ötürü idam edilmek isteniyor. Sıkıyönetim mahkemesinin savcısı 52 sendikacıyı suçlayacak bir tek terörist eylemden söz edemiyor.

... 12 Eylül'den bu yana, ordu yönetiminde en gerici, Amerikancı ve faşizm yanlısı öğelerin gide gide aktifleştiği MGK'nin artan sallantılarında, çelişkili adımlarında yansıdı. Biz bu gidişe, silahlı kuvvetler içinde Atatürkçü subay ve astsubayların kaygıyla baktıklarını görüyoruz. Atatürkçü olduğunu söyleyen askersel cuntayı başlangıçta desteklemiş olan Kemalist çevreler, artan ölçüde bu gidişin karşısına çıkıyor. 52 sendikacıya karşı idam istemiyle yargılama, işte ordunun bu yurtsever kesimlerini de halkla karşı karşıya getirme amacı taşıyan bir provokasyondur. Böylece geleceğin sözde demokratik rejiminde de ordu tümüyle gericiliğin hizmetine sokulmak isteniyor. 
12 Ocak 1982 
Türkiye Komünist Partisi 
Merkez Komitesi Genel Sekreteri İ. Bilen 
("Yeni Çağ", sayı 1, Ocak 1982)
"TKP" teorisyenleri bununla da yetinmeyerek(!) Dimitrov'un ve Komintern'in tezlerini karikatürleştirip tahrif ederek faşist cuntanın neden faşist olarak nitelenemeyeceğini teorize etmeye çabalıyordu. "TKP" teorisyenleri sanki Dimitrov ve Komintern faşizmi tekelci sermayenin en gerici unsurlarının iktidarı olarak tanımlamakla onun  tekelci sermayenin (ve genelde sermayenin) bütününün çıkarlarına hizmet eden bir devlet biçimi olmadığını iddia ediyormuş gibi (Dimitrov ve Komintern'in bu şapşalca yorumu doğru kabul edilerek eleştirilmesi Yalçın Küçük-Soyalist İktidar revizyonizmi ve bu okuldan yetişen Gelenek revizyonistleri tarafından da aynen benimsenmiştir ve bugün hâlâ sürdürülmektedir), 12 Eylül askeri darbesi "genel olarak bütün işbirlikçi tekelci burjuvazinin saldırısını temsil ettiği için" onun faşist olarak değerlendirilemeyeceği sonucuna vararak revizyonizme gerçekten de "orijinal" bir katkıda bulunmayı başarmıştır:
"MGK'nın diktatörlüğüne gelince, bu rejim yalnızca emperyalizmin en saldırgan kesimlerinin ve en gerici tekellerin değil, genel olarak emperyalizmin çıkarlarını kollayan ve tüm işbirlikçi tekelci burjuvazi adına ilerici güçlere karşı saldırıya geçen gerici bir diktatörlüktür." ("1981 Plenumu Raporu"ndan aktaran Emine Engin, Neden Faşist "Diyemiyorlar"?, s. 25, İşçinin Sesi yayınları, Nisan 1983)
Bu saptamadan "TKP" teorisyenlerinin tekelci sermayenin en gerici kesimlerinin açık terörist diktatörlüğü bütün olarak tekelci sermayenin diktatörlüğü olamaz(!) mekanik "faşizm" anlayışlarıyla çıkardıkları trajikomik sonuç, 12 Eylül darbesinin kesinlikle faşist olarak nitelendirilemeyeceği şeklindeydi. 12 Eylül darbesinin faşist niteliğini inkâr etme yolunda "TKP" teorisyenleri en az darbeci generallerin kendileri ve tekelcilerin boyalı basını kadar ısrarcı bir kampanya yürütüyordu!

"TKP" teorisyenleri daha da ileri giderek faşist cuntanın devrimci güçlere karşı terörüne, "sol terörizme" karşı mücadele olarak destek çıkıyorlardı:
"Cuntanın "sol" terörizme ve Maoculuğa karşı tutumu: Cuntanın bu çevrelere yönelttiği saldırıyı demokrasi güçlerine, ya da Kürt ulusal hareketine saldırılar gibi görmek yanlıştır." ("Polit-Büro'nun Platformu"ndan aktaran H. Erdal, TKP'mizi Yüceltelim, İşçinin Sesi Yayınları, Mart 1983)
Aynı belgede faşist cuntanın MHP'ye karşı tutumu cuntanın faşist olmadığının bir diğer kanıtı olarak sunuluyordu.  Buna göre "MHP'ye yönelen tutuklamaların demagoji olduğu yolundaki savlardan vazgeçilmeli"ydi, "çünkü cunta sonuna kadar tutarlı olmasa da, faşist örgütlere karşı önlem alıyor"du!

1983 gibi geç bir tarihte bile merkezi "TKP" yayınlarında şu türden satırları okumak mümkündü:
"... CHP-MSP koalisyonu; gerici-faşist karması hükümet, CHP hükümeti, yarı-askersel ve açık askersel rejimler birbirini izledi." (TKP Barış ve Ulusal Demokrasi İçin Eylem Programı, 1983)
Görüldüğü gibi "TKP" yayınlarında 1983'te bile 12 Eylül faşist diktatörlüğüne  faşist denilemiyordu, "yarı-askersel rejim", "askersel rejim", "gerici askersel devirme" vb. söylemlerle diktatörlüğün faşist karakteri açıkça gizlenmeye çalışılıyordu.

"TKP" ancak Bilen'in ölümünden sonra, 1985 yılında gerçekleştirilen "5. Kongre"de darbenin faşist niteliğini dile getirebilmiştir.

Bilen "TKP"'sinin bu utanç verici duruma düşmesi bir tesadüf müydü? Veya sadece şu veya bu hizbin entrikalarının bir sonucu muydu? "Girişim"ciler hiçbir zaman 12 Eylül'de faşizmi aklamaya kadar alçalan bu politik hezimetle, 12 Eylül öncesinde bu partinin üzerinde kurulduğu çizginin ilişkisini dürüstçe sorgulamaya ve bundan gerekli sonuçları çıkarmaya cesaret edememiştir. 12 Eylül'den önce "TKP"nin izlediği çizgi iki temel nokta üzerinde kuruluydu: "TKP"nin legalleşmesi  ve UDD (Ulusal Demokratik Devrim) veya İDD (İleri Demokratik Devrim) stratejisi; ve UDC (Ulusal Demokratik Cephe) taktiği çerçevesinde "ulusal burjuvazinin" temsilcisi olarak görülen CHP'yle (ve tabii ordunun "ulusal bağımsızlıktan yana" kanadıyla) kurulacak bir ittifak yoluyla "iktidara gelme" hayali.

Şöyle düşünüyorlardı: "TKP" DİSK başta olmak üzere işçi örgütlerinin ve demokratik kitle örgütlerinin, ilerici ve demokrat kamuoyunun sosyalizme sempati duyan bölümlerinin CHP'nin hükümet olma yolunu açmak için seferber olmalarına katkıda bulunursa, CHP de "TKP"nin legale çıkmasının yolunu açacak ve kim bilir, ilerleyen süreç içerisinde (yani "ileri demokrasi" koşulları altında) "Komünist" Partisinin de içinde yer aldığı  Şili'deki Allende liderliğindeki Halk Birliği hükümeti gibi bir hükümeti CHP'yle birlikte tamamen barışçı yoldan (ya da ordu içinde böyle bir girişime sıcak bakacağı düşünülen güçlerin biraz omuz vermesiyle) kurmak belki de mümkün olabilecekti.[1] Evet Allende hükümeti CİA'in desteklediği bir faşist cunta tarafından nisbeten kolayca devrilmişti, ama yanı başında SSCB'nin desteğini bulacak olan Türkiye'nin kaderi Şili gibi olmayabilirdi. İşte Bilen "TKP"sinin 12 Eylül'den önceki "toplumsal ilerleme" denilen çizgisinin özü temelde "iktidara gelmeyle" ilgili bu reformist hayaller toplamından ibaretti.

Öte yandan, CHP'yi doğal müttefik olarak gören bu aynı "TKP"; "goşistler", "Maocu bozkurt"lar gibi nitelemelerle yaftalayarak, hepsini birden Perinçek'in küçük provokasyon grubuyla aynı kefeye doldurduğu tüm devrimci gençlik gruplarını adeta "baş düşman" ilan ediyordu. Bu sakat anlayışla "TKP" ve "DİSK" yönetimi, 1977 1 Mayıs'ı örneğinde acı bir şekilde deneyimlendiği gibi gibi, devletin provokasyonları için uygun zeminin hazırlamasına katkıda bulunmaktan başka hiçbir şeye hizmet etmiyordu.

Bütün bunlardan da anlaşılabileceği gibi, "TKP"nin 12 Eylül'den sonraki faşist cuntanın işini kolaylaştıran tutumunun bütün unsurları, onun 12 Eylül'den önceki çizgisinde dört başı mamur bir şekilde zaten bulunuyordu. Faşist darbe bu unsurların kaçınılmaz teorik ve pratik sonuçlarına varmasını hızlandırmaktan başka bir şey yapmamıştır.

"TKP"nin bu aşırı oportünist çizgisi, ideolojik dayanaklarını da, elbette Marksizmin klasiklerinde (Marx, Engels, Lenin ve Stalin'in eserlerinde) geliştirilen devrimci ilkelerden değil, Marksizm-Leninizm kılığında sunulan, Bernstein, Kautsky, Troçki, Buharin, Kruşçev, Brejnev, vb.lerin çizgisinde geliştirilen revizyonizm ve modern revizyonizmden alıyordu. "TKP", aynı diğer revizyonist partiler gibi, Endonezya'da, Şili'de, Arjantin'de ve daha pek çok yerde revizyonist "sosyalizme barışçı yoldan geçiş" hayallerinin yol açtığı çok acı deneyimlerden hiçbir sonuç çıkarmamıştır. Zira, "TKP"nin bu teoriyi eleştirmesi demek, onun dönemin revizyonist SB"K"P'si tarafından aforoz edilmesi anlamına gelirdi.[2]

"TKP" ve DİSK yöneticileri, bir yandan iki örgüt arasında bir karşılıklı kullanma-kullanılma ilişkisi içinde CHP nezdindeki rayiçlerini arttırmaya çabalarken, öte yandan yine CHP çevrelerine "diğerleri gibi terörist ve yıkıcı olmadığını" kanıtlamak uğruna, "Maocu bozkurtlar ve goşistlere karşı savaş" parolasıyla tüm devrimci grupları faşist güçlerle aynı kefeye koyarak karşısına almıştır. "TKP" bu politikasıyla, anti-faşist güçlerin en geniş cephede birleştirilmesi adı altında gerçek anti-faşist güçlerin bölünmesini teşvik etmiş ve mümkün olduğu kadar çok insanın CHP'ye bel bağlaması için mücadele etmiştir.

"TKP"nin CHP'yle UDC kurma arayışının pratikte nasıl acınası bir politik perişanlığa yol açtığı bizzat dönemin "TKP" literatüründen takip etmek mümkündür. Bizim Radyo'da , 3 Temmuz 1978'de yayınlanan ve Ürün dergisinin Ağustos 1978 tarihli sayısında yeniden yayınlanan "Ulusal Demokratik Cephe ve CHP" yazısında Ecevit'in tutumu konusunda şöyle yakınılmaktaydı:
"... cephenin zorunluluğunu kavramayanlar da vardır. Bunun son örneği, CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit'in CHP Ortak Grup toplantısında yaptığı konuşmada yansıyor.  
Gerçekten de Ecevit bir süredir dolaylı yollardan ulusal, demokratik cephe sorununu tartışma alanına getiriyor. [Buradan sonrasını lütfen dikkatli okuyun sayın okur, Ecevit bu sorunu nasıl bir dolayımla tartışma alanına getirmiş - AK] Bilindiği gibi bundan bir süre önce TKP MK çağrısının hemen arkasından parlamentoda yaptığı bir konuşmada Ecevit, "ulusal birlik" çağrısı yapmıştı. Ne var ki, bu birlik çağrısı, parlamentodaki gerici-faşist partilere yöneltilmişti ve haklı olarak komünistlerin, sosyalistlerin ve hatta pekçok yurtseverin tepkisiyle karşılanmıştı. TKP'nin Sesi radyosu Ecevit'in bu konuşması üzerine yaptığı yorumda "bu çağrı yanlış adrese gönderilmiştir" yargısında bulundu. 
... Ecevit bugüne kadar komünistlere, sosyalistlere ve öteki yurtsever güçlere eylem birliği çağrısında bulunmamışken, daha önce belirttiğimiz gibi, AP'ye, MHP'ye de üst üste "ulusal birlik" çağrılarından bulunmuştur. AP ve MHP, CHP'nin doğrultusunu benimsemişler midir? Dahası, CHP, gerici DP ve cuntacı CGP ile, bırakalım eylem birliğini hükümet ortaklığı kurmuştur." (s. 13-14)
Ürün dergisinin bu aynı sayısının kapağında ise Ecevit'in SSCB'ye yaptığı ziyaretten, Brejnev'le birlikte objektiflere gülümsedikleri bir fotoğraf yer alıyordu. Ürün'ün ziyaretle ilgili yayınladığı bir yazıya göre bütün  demokratik basının "dünyada, bölgemizde barışa, ulusal çıkarlarımıza uygun" olarak değerlendirdiği (s. 5) bu gezide iki ülke arasında imzalanan bir anlaşmada diğer şeylerin yanı sıra "tehdide ve kuvvet kullanmaya başvurmama ve topraklarının diğer devletlere karşı saldırı ve yıkıcı faaliyetler için kullanmasına izin vermeme ilkesi" vurgulanıyordu. (s. 6) TC hükümetinin SSCB topraklarını kullanan "yıkıcı faaliyetlerden" anladığı içinde hiç şüphesiz "TKP"nin faaliyetlerinden başkası değildi.

Uzun sözün kısası: Bilen geleneği Suphi'lerin Bolşevik tarihsel TKP'sinin devrimci gelenekleriyle hiçbir ilgisi olmayan, hiçbir zaman "devrimci" ve "komünist" olmayan bir aşırı oportünizm geleneğidir.

Peki birileri 2012 Türkiye'sinde neden bu geleneğe sıkı sıkıya yapışma ihtiyacı duyuyor? Bu sorunun yanıtını da yazımızın ikinci bölümünde vermeye çalışacağız...

21 Şubat 2012

Akıntıya Karşı


(devam edecek)

Notlar
----------
[1] "Ulusal demokratik devrim bütün ulusal, anti-emperyalist, demokratik güçlerin egemenliğinde ve işçi sınıfının geniş ölçüde katıldığı bir hükümet eliyle başarılacaktır." (Atılım, No.18, S. 7)

[2] Zira SB"K"P'nin revizyonist şefleri Şili deneyiminin "barışçı geçiş" teorilerinin temelden çürüklüğünün -bedeli işçiler ve emekçiler tarafından en ağır biçimde ödenen - bir kanıtlanması olduğunu kabul etmiyordu: "Şili trajedisi, gerekli koşullar varolduğunda barışçı yol da dahil olmak üzere, değişik devrim yollarının mümkün olduğuna dair komünist tezi hiçbir biçimde geçersiz kılmamıştır." (Leonid İ. Brejnev Tarafından Sunulan SBKP 25. Kongre Raporu, SBKP 25. Kongresi Raporlar-Kararlar-Konuşmalar içinde, s. 45, çev.: M. Coşkun, Bilim Yayınları)  

Hiç yorum yok: